George Orwell, 1984

Kitap Deneyimi ve 1984 Üzerine

17.08.2021
Kitap Deneyimi ve 1984 Üzerine

Melike Taşcıoğlu

 

Aydınlanmalar, alışkanlıklar

“Yazar, yaygın inanışın aksine, kitap yazmaz. Yazar, metin yazar.”[1] Kitaplar üzerine düşünürken en temel cümle ve en önemli çıkış noktası benim için hep Ulises Carrión’un bu basit cümlesi oldu. Kitabın nesnesi ile içeregeldiği metni, düzyazıyı, romanı, biyografiyi birbirinden ayrı düşünmek içimi rahatlattı ve dünyamı aydınlattı. Yapılan şeyi ve yapmak istediklerimi daha iyi anlamamda bu cümle ışık tuttu bana. Boş zamanlarımızda hep “kitap okuyorduk” çünkü, veya oldum olası “kitap yazmak” istemişimdir.

Şimdi kitaplarla ilgili bu metni yazarken mutfak masasının üzerinde Mead/Cambridge A4 defterin sarı renkli ve üzerine satır çizgileri basılı olan sayfasına tükenmezkalemle yazıyorum. Aklımda gezinen düşünceleri düzene oturtabilmek ve bir sistem kurup aktarabilmek için son teknolojim bu. Bir kafeye gidip laptop’umda yazmayı denedim, bazı notlar almaktan öteye geçemedi. Az önce de, salondaki çalışma masasının üzerinde duran, daktilo niyetine aldığım ikinci el desktop Mac’imde çalışayım dedim, ama Word belgesinde aldığım notları algılamakta yine zorluk çektim ve pek bir ilerleme kaydedemedim. Yaptığımı, yazdığımı daha iyi görebileyim, olan bitene daha çok hâkim olabileyim ve galiba bu süreçten daha fazla zevk alabileyim diye kâğıda ve kaleme başvurdum yine.

Bu bir çeşit kuşbakışı bakma arzusu, büyük resmi nesnel olarak görebilme ihtiyacı, çizerek ve yazarak düşünme alışkanlığı. E-postada, WhatsApp’ta muazzam, akademik işlerde tamam, ama uzun uzun düşünerek ve kendinle baş başa yazarken klavye ve ekran hâlâ yeterince uzvum haline gelememiş belli ki.

Bir okur olarak ekrana daha yakınım. Telefon ekranında gün içinde gerekli gereksiz metinleri parmağımla aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya kaydırırken müthiş bir okuma hızım var örneğin. Giderek daralan dikkat aralığımızın sebebi ve sonucu olan bu kısa metinler, yanına iliştirilen flaş görüntülerle birlikte, ne yazık ki okuma doygunluğundan çok, bilgi kirliliğine maruz kalmış ve daha fazlasına aç, agresif bir his bırakıyor insanda. Yine de, basılı kitap okurken, kâğıdın, yani sayfa alanının üzerine mürekkeple basılmış kelimelerin hepsini birden görebilen, bunu yaparken bu lekelerin aralarında fazla hızlı gezinen, bu yüzden çabuk yorulup ilgisi dağılan güzel gözlerim Kindle’ı çok sevmişti. Kindle’la çok daha hızlı ve uzun süre okuyabildim. Şimdilerdeyse sesli kitap en sevdiğim “okuma” biçimi. Elim işte, kulağım kitapta, yolda, yolculukta harika ve hiç okumadığım kadar kitap okudum bu yöntemle. İki sorunum var; birincisi, yatmadan önce okursam o kadar tatlı uyuyakalıyorum ki okuma süresi bu pozisyonda maksimum 30 dakika; ikincisi, kitabın kendisini (hâlâ) görmeye ihtiyacım var. Kitap derken, hem metinden hem kitaptan bahsediyorum.

 

1984

Bakıyorum, George Orwell’in 1984’ünü buluyorum, işaretparmağımın ucuyla kütüphaneme ekliyorum. Philip Glenister seslendirmiş, kısaltılmış versiyonuymuş, standart hızda okumasını tercih edersek beş saat 52 dakika sürermiş. Glenister, metni okurken BIG BROTHER IS WATCHING YOU’yu güzel bir vurguyla ve doğru eslerle okuyor ve zihnimde posterin altındaki o yazı büyük harflerle beliriyor. (Bu cümlenin zihnimde büyük harflerle belirmesi önceden okuduğum metindeki dizgiyi anımsamamdan mı, yoksa Orwell bunun büyük harflerle yazıldığını ima etmiş miydi, kontrol ediyorum.)

Bu romanı ilk kez okuyor, yani dinliyor, olsaydım Orwell’in kurduğu bu klostrofobik dünyaya yine kolayca giriverirdim. “Hem alıcı hem de verici işlevi gören” üstelik benimle yatağıma kadar giren, canım, her şeyim, biricik “tele-ekranım”a bağladığım kablolardan kulaklarıma, oradan hayal gücüme ve uyurken ufaktan bilinçaltıma girecek olan bu karanlık dünya, yönetici kaloriferi yine çok yaktıysa hele, daha da gerçekçi bir kâbusa dönüşebilir, ama uyandığımda gün içinde maruz kaldığımız o korkunç sesleri basitçe “ördeksöylem” olarak tanımlamama yardımcı olabilirdi belki yine.

Sesli kitapta eksikliğini hissettiğim en önemli şey, genel bir göz atış imkânı. Özellikle o metinle ilk kez karşılaşıyorsam, içinde neler var, kaç bölümden oluşuyor, kitap kaç sayfa, bunu bilmek/anlayabilmek istiyorum. Bir nevi hazırlık yapıp, neyle karşı karşıya olduğumu tanımlayıp, genel bir bakışın ardından kitaba başlamak istiyorum. Bunu Kindle’da yapabiliyordum, kısmen. En azından (varsa) kitabın içindekiler bölümünü gözle görebilmek, gideceğim yolun haritasını çıkarabilmeme yardımcı oluyordu. Ancak Kindle’da, her ne kadar sayfanın kenarını kıvırma opsiyonu (daha doğru bir deyişle, sanki bir sayfa varmış ve onun kenarını kıvırıyormuşuz gibi yapma efekti) olsa da, sayfa sayısının metin puntosuna bağlı olarak değişiyor olması benim için fazla soyut ve bir tür kaybolmuşluk hissi veriyor. Kâğıda, baskıya ve kitap nesnesine hâlâ ihtiyaç duyuyorum. Yıl 2019.

Yıl 2019. Kitaplar basılıyor.

1984’ün minikitap versiyonunu okuyorum. Saf metin. Kâğıt üzerine basılı, evet, ama neredeyse saf metin. Orwell’in elyazısından bile saf, çünkü elyazısı çok daha kişisel, çok daha fazla bilgi taşıyor. Üstüne üstlük tele-ekranlarımızdan alışageldiğimiz dikey okuma biçimini ve tırnaksız yazı karakterini basılı ortamda test etmek için harika bir fırsat. Çantama atarım, cebime koyarım, trende, metroda okurum, ayakta okurum, ayaküstü okurum, iki durak sonra ineceksem bile okurum, Twitter’ın çekmediği yerde okurum, az az sık sık okurum.

Minikitap, bir okumalık; üzerine not alıp işaretleyip bir daha geri döneceğimi zannetmiyorum. Metin bende kalır, ama kitaba ne olur, bilmiyorum. Kütüphaneme koyar mıyım, ondan bile emin değilim. Muhtemelen kaybolur, birine veririm, bir yerde unutabilirim, en iyi ihtimalle yıllar sonra taşınırken bir kolinin içinden çıkar. Ortaya çıktığında da sevincim, sevdiğim bir tokamı bulduğumdaki sevincimden daha fazla olmayacaktır diye tahmin ediyorum.

1984’ün siyah kutulu özel baskısını okuyorum. Hayır, bir dakika, okumuyorum. Önce oturuyorum. Okumadan önce durup bir bakıyorum. Seviniyorum tekrar bu şekilde bir araya geldiğimiz için. Dokunuyorum. Kitap önce elimde (ağırlığını hissediyorum, tartıyorum hatta, tartıyor olduğumu kendim bile fark etmeden); sonra masada. Kutusundan çıkarmadan önce masaya koyuyorum. Kitap masanın üzerinde ve alt kenarı masanın kenarına paralel. Bu kitabın bir ritüeli var. Bu kitap, nesnesiyle, kütlesiyle, az önce metrodan hızla çıkarken o kitabı fark etmeden yere düşüren insanı birden hizaya sokuveriyor. Hazır olduğumda bir-iki derin nefesin ardından başlıyorum bu kitabı okumaya. Buradaki okumak, metni okumak değil kitabı okumak.

Kitabın kapağını önce parmaklarım okuyor. 1984 rakamlarını Braille alfabesi okur gibi parmaklarımı bakır plakanın üzerinde gezdirerek, bu muhteşem romanın adını bir duyu daha pekiştirerek, kutusundan çıkarıyorum. Kutudan çıkarırken, eğer dikkatliysem, Büyük Birader’in beni izlediğini okuyorum kutunun içinde. İlk ve en boş ânımda, beklenmedik bir şekilde kitabın kutusundaki pencereden görünen “Büyük Birader’in gözü üzerinde” mesajı, romanın fikrini kitabın nesnesinde çok doğru bir konuma yerleştiriyor. Heyecan tam anlamıyla burada başlıyor. Çünkü kitabı (yani bu kitabın içerdiği metni) biliyorum, ama o kadar sevmişim ki, yeniden görmek, hatırlamak çok hoşuma gidiyor. Kendimi bir Star Wars hayranı gibi hissediyorum. Kostümünü giyip, filmi 25. kez ama bu sefer HD olarak izlemeye giden bir fanatik gibi. Zaten özel baskı bu demek değil mi? Orwell’i bu tasarımla ilk kez okumak için nasıl olurdu emin değilim ama saklamak için, yeniden okumak için, birine hediye etmek için ve kütüphanede en güzel yere ve görünecek şekilde koymak için harika bir kitap. Bu kitabı edinme isteğinin ardında, bu metne verilen değeri ölümsüzleştirme güdüsü var aslında. Metni bir kez daha okuma isteğine bir bahane, metne daha çok sahip olma güdüsüneyse nesnel bir çıkış yolu bu özel baskı.

Kitabı açtığımda yan kâğıtlarda başlayan illüstrasyonlar, hem yeni hem tanıdık bir üslupla metni yeniden hatırlatıyor, hatırladığım metni pekiştiriyor. Metin, görsel kimliğe kavuşmuş haliyle karşımda. Kitabın üç bölümden oluştuğunu, ek bölümlerini, keskin ayraçlar sayesinde daha net görebiliyorum, ayraçlar ve yer yer yeniden karşılaşılan illüstrasyonlar kitabın kurgusunu somut hale getirmeme yardımcı oluyor.

Winston’ın günlüğünü elyazısından okuyorum. Bu yöntem yeni bir okuma biçimine olarak sağlıyor; yalnızca Winston’ın günlüğünü okuyabilirim fikri geliyor örneğin aklıma. Bu tasarımın en beğendiğim özelliğiyse, siyah zemin üzerine negatif harflerle vurgulanmış Yenisöylem terimlerini takip edebilmek. Düz dizgide bunlar metnin içinde kaybolurken, bu tasarım dili, terimleri daha iyi takip edebilmeme yardımcı oluyor. Kütüphanenin baş köşesinde bulunan bu kitap bu sayede bir sözlüğe, bir başvuru kaynağına da dönüşüyor.

Utku Lomlu’nun bu tasarımla yaptığı şey belki de 1984 metnini tercüme etmek. 1984 yılında Celâl Üster tarafından İngilizceden Türkçeye çevirilen bu metni, 2018 yılında Utku Lomlu, Türkçeden grafik dile çeviriyor. Metni çok iyi çalışarak, analiz ederek, gruplayarak, organize ederek yeni bir okuma biçimi ortaya koyuyor.

En önemlisi de şunu bir kez daha hatırlatması: Uzun zamandır hurufatla dizgi yapmıyoruz, dizgi artık başka bir şey, masaüstünde sınırlarımız çok daha geniş, özgürüz, her yazı karakterini kullanabilir, farklı görsel örgüler kurabilir, yeni anlatım biçimleri araştırabiliriz. Metni yeniden kurgulayabilir, pekiştiren ve geliştiren denemeler yapabiliriz.

Saf metnin elektronikleştiği, kulaklıklarla aktarıldığı, ekrandan aktığı dönemde kâğıt üzerinde değer bulabilmesinin tek yolu, iyi tasarımdır. Daha konforlu okuma biçimi veya daha zengin anlatım dili sunabilirse kitap ancak o zaman basılı kitap olarak varlığını sürdürebilir. Nesnesiyle, koleksiyon değeri ve/veya arşiv kalitesi sunarsa rağbet görür. Tasarım ve tasarımcının okuryazarlığı hiç olmadığı kadar ön planda ve katkısı şu âna kadar olduğundan çok daha büyük. Tasarımın kitap kapağından ibaret olmadığını fark eden yayınevleri olduğunu görmek de mutluluk verici.

Orwell’i bir kez daha okumaya ise herkesin ihtiyacı var. Parti’yi ve düşünce polisinin etrafa saldığı korkuyu yememek için tekrar gözden geçirmekte fayda var. Yeri gelmişken söylemek isterim ki, daktilo niyetine kullandığım desktop Mac’teki, laptop’umdaki, ofisteki geniş ekrandaki ve iPad’deki kamera ve mikrofonları örtmek için kullandığım sticker’ların müsebbibi Black Mirror değil, 1984’tür. Okuduktan önceki haliyle, okuduktan sonraki hali aynı olmaz insanın. Peki ya özel baskısını okuduğumuz 1984 romanı? Bir kez bu tasarım diliyle okunduktan sonra, o ilk saf metin olarak kalabilecek mi bizde?

 


[1] Ulises Carrión “The New Art of Making Books” We Have Won! Haven’t We? Guy Schraenen (yay. haz.), Idea Books, Amsterdam, 1992, s. 53

 
George Orwell
1984

 


Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör