Genelde bir kitabı bitirdikten sonra eleştirilerden ve söyleşilerden kaçmak için ülkeyi terk eden John Cheever, Bullet Park yayımlandığında New York, Ossining’deki evinde kalmıştı. Yazarla görüşme fırsatını kaçırmayan basının arasında, özellikle yaptıkları söyleşilerle efsaneleşen edebiyat dergisi The Paris Review da vardı.
1969’da yapılan söyleşiyi gerçekleştiren Annette Grant, girizgâhında yazarla ilgili şöyle diyordu:
Cheever, söyleşi yapması zor biri olarak tanınıyor. Eleştirileri takip etmiyor, kitaplarıyla öykülerini bir kere yayımlandıktan sonra asla tekrar okumuyor ve genelde ayrıntılarına girmekten kaçınıyor. Eserlerinden konuşmaktan hoşlanmıyor (özellikle de “şu aletlerden birine”) çünkü nereden geldiğine değil, nereye gittiğine bakmayı tercih ediyor.
Buna rağmen Grant sadece çocukluğundan, Hollywood’dan, okurluktan ve genel olarak edebiyattan ve yazarlıktan değil, eserlerinden de konuşturmayı başarıyor Cheever’ı:
MUHABİR
Kitapları bitirdikten sonra onlardan ayrılırken nasıl hissediyorsunuz?
CHEEVER
Bir kitabı bitirdikten sonra genelde hastalık derecesinde bitap düşüyorum. (...) Bullet Park’tan sonra o kadar kötü değildim, bu romanda tam istediğimi yapmıştım: üç karakterden oluşan bir kadro, basit ve etkili bir üslup, bir adamın sevgili oğlunu yanarak ölmekten kurtardığı bir sahne. Eseri herkes heyecanla karşıladı ama Benjamin DeMott Times’da yerince çil yavrusu gibi dağıldılar. (...) Ama bir kitabı bitirince, başkalarınca nasıl karşılanırsa karşılansın, hayal gücünde bir şeyler yerinden oynuyor. Tam olarak delilik diyemem. Ama bir romanı bitirmek, bunun gerçekten yapmak istediğiniz ve çok ciddiye aldığınız bir şey olduğunu varsayarsak, kaçınılmaz olarak psikolojik bir şok yaratıyor.
Cheever bu psikolojik şokun üstüne kitaplarına geri dönmüyor. Bir kitabı bitirmek, onun için neredeyse kitabı hayatından çıkarmakla eşdeğer oluyor. Bunun sebebi kısmen yazdığını tekrar tekrar okumayı kendini beğenmişlik olarak görmesi. Ama belki de daha önemlisi, dönüp arkasına bakmanın içinde ölüm korkusu uyandırması.
MUHABİR
Hammer’ın[1] evi “Yüzücü”de karşımıza çıkıyor.[2]
CHEEVER
Evet, güzel bir öykü o. Yazması çok zor bir öyküydü.
MUHABİR
Neden?
CHEEVER
Çünkü rengimi asla belli edemiyordum. Karanlık bastırıyordu, yıl ölüyordu. Mesele teknik sorunlar değildi, önceden kestirmesi imkânsız sorunlardı. Karakter havanın karardığını ve soğuduğunu fark ettiğinde bunun gerçekten olması gerekiyordu. Yemin ederim gerçekten oldu da. O öyküyü bitirdikten sonra uzun bir süre karanlık ve soğuk hissettim. Hatta ondan sonra uzun bir süre başka öykü yazmadım çünkü sonrasında Bullet Park’a başladım. Bazen en basit görünen öyküler yazması en zor olanlardır.
MUHABİR
Böyle bir öyküyü yazmanız ne kadar vaktinizi alıyor?
CHEEVER
Üç gün, üç hafta, üç ay. Kendi eserlerimi nadiren okurum. Bana özellikle itici bir narsisizm türü gibi geliyor. Kendi konuşmalarınızın kasetlerini tekrar dinlemek gibi. Koşarken geçtiğin yolu görmek için dönüp omzunun üstünden geriye bakmak gibi. Bu yüzden sık sık yüzücü, koşucu, zıplayan kişi imgeleri kullandım. Mesele elindekini bitirip bir sonraki şeye geçmek. Ayrıca, eskisi kadar yoğun bir şekilde olmasa da omzumun üstünden geriye bakarsam ölecekmişim gibi hissediyorum. Sık sık Satchel Paige’i ve üstünüze bir şeyin geldiğini görebileceğinize dair uyarısını düşünüyorum.[3]
Bir eseri okuduktan sonra oluşum sürecinin perde arkasına göz atmak, yazarın yazım aşamasında düşündüklerini, hedeflediklerini öğrenmek, ardından bunları eserin sizdeki yansımasıyla kıyaslamak da okur-metin ilişkisine dair ilginç bir şekilde aydınlatıcı olabiliyor:
MUHABİR
[Karakterleri] Bullet Park’ta fazla mı ezdiğinizi düşünüyorsunuz?
CHEEVER
Hayır, öyle hissetmemiştim. Ama galiba o şekilde algılandı; Hammer ve Nailles toplumsal zayiatlar olarak algılandılar ki benim niyetim kesinlikle bu değildi. Niyetimi de son derece açık belirttiğimi zannediyordum. Ama iletişim kurmazsanız suçu başkasına atamazsınız. Ne Hammer ne de Nailles psikiyatrik ya da sosyal metafor olarak oluşturulmuştu; kendi risklerini taşıyan iki adam olmalarını hedeflemiştim. Bence kitap bu açıdan yanlış anlaşıldı. Ama aslında ben eleştirileri okumuyorum, o yüzden tam olarak ne olup bittiğini bilmiyorum.
Yazar her ne kadar niyetinin yanlış anlaşıldığını hissetse de, sanat eserlerinin yaratıcılarının elinden çıktıktan sonra bağımsız kimlikler kazandıkları, daha da sonra okur/izleyici/dinleyici tarafından tekrar tekrar yorumlanıp yeniden biçimlendiği yadsınamaz, hatta tüketici sayısı kadar anlam kazandığı söylenebilir.
Ama muhtemelen bu, “Hayatta bitirdiğim hiçbir şeyden mutlak ve kalıcı bir tatmin duymadım,” diyen Cheever için o kadar önemli değildi. Ne de olsa o arkasında bıraktıklarını değerlendirmekle değil, ilerlemekle ilgileniyordu. Yürümekle, zıplamakla ve elbette yüzmekle:
Daha sonra ormanda yürüdük, eve dönerken Cheever bana, “Git de eşyalarını topla, birazdan seni istasyona bırakırım,” dedi... ve giysilerini çıkarıp gürültüyle bir gölcüğe atladı; kuşkusuz bu çıplak yüzüşle kendini bir söyleşinin kirinden daha arındırıyordu.
Kaynak: The Paris Review, “John Cheever: The Art of Fiction No. 62”, Annette Grant söyleşisi, Sonbahar 1976, Sayı 67.
[1] Bullet Park’taki ana karakterlerden biri.
[2] Raymond Carver’ın da Katedral kitabında “Tren” adında, Cheever’a ithaf ettiği, Yüzücü’deki “Beş Kırk Sekiz”in devamı niteliğinde bir öyküsü bulunmaktadır.
[3] Beyzbol oyuncusu. “Arkanıza bakmayın. Üstünüze bir şey geliyor olabilir,” meşhur sözlerinden biridir.