Suç, Ceza, Suç ve Ceza

Suç ve Cezanın Çekiciliği

17.08.2021
Suç ve Cezanın Çekiciliği

“Suç ve ceza”, en bilinen yazar Dostoyevski'nin en bilinen kitabının adı olmasının etkisiyle de belki, insanın kulağına ayrılmaz bir ikili gibi geliyor. Tersinden, başlığının ilgi çekiciliğinin, onu kitaplar arasında baş köşeye oturttuğu da söylenebilir. Gerçekten de ayrılmaz bir ikili söz konusu. Raskolnikov'un eyleminin ceza gerektirip gerektirmeyeceği meselesi, onun eyleminin bir suç olup olmadığı meselesi aynı zamanda. O, yeni yasalar yapanların eski yasaları ihlal ettikleri için suçlu olduklarını söylerken haklı;[1] ancak cezasız suç, suç olmuyor, suçun suç olması için cezalandırma hükmü gerekiyor.[2] Yeni yasalar yapanlar hükümleri değiştiriyor, ortada suç kalmıyor. Bir eylem için ceza öngörmemek onu suç olarak görmemek anlamına geliyor, cezadan bahsetmeyeceksek suçtan da bahsetmek anlamsızlaşıyor.

Ortak bir “suç” fikri olmayan toplum olabilir mi? Hiçbir şeyin suç sayılamayacağı bir toplumda herkes yasakoyucuya, Napoléon'a dönüşebilir:

 

“İzin verin ki şunu söyleyeyim,” dedi kuru bir şekilde, “Muhammed ya da Napoléon saymıyorum kendimi... O tür biri de saymadığım ve sayamayacağım için, bu yüzden, yani onlardan biri olmadığım için size nasıl davranırdım diye tatmin edici bir açıklama veremem.”

“Yapmayın yahu, Rusya’da kim kaldı artık kendisini Napoléon saymayan?” dedi ansızın korkunç derecede laubali bir şekilde Porfiriy. Hatta sesinin tonlamasında bile bu kez açıkça bir şeyler vardı.

“Geçen hafta bizim Alyona İvanovna’yı baltayla doğrayan da Napoléon değil miydi?” diye lafa karıştı köşesinden Zametov.”[3]

 

Ya bir insanı baltayla doğramak suç kabul edilecek ya da eline baltayı alan yasayı koyacak. Bunların dışında bir yol bulunmuyor. Bu yüzden toplumsal arzularda/taleplerde adalet arayışı öne çıkıyor. Adalet dediğimizde de aklımıza gelen ilk konu şu: Suçlular yaptıklarının karşılığını görsün! Neyi suç olarak gördüğümüz değişse de bu arzumuz değişmiyor. Bu, “cana can, göze göz” ilkesiyle tarif edilen kadim hukuk sistemlerinden kalma arzumuz. Hâlâ idam tartışmalarında “cana can” ilkesi açığa çıkmıyor mu? Göze Göz'ün açılışındaki Faulkner alıntısındaki gibi, “Geçmiş asla ölmez. Geçtiği bile söylenemez.”

Göze Göz, “suç” kavramını sosyolojik veya antropolojik olarak değil hukuki olarak kabul ediyor. Yani toplumda neyin, nasıl ve neden suç kabul edildiği sorusunu sormuyor. Kitabın, “suç”un hukuki tanımına yönelmesi, bu açıdan bile “suç”un ne kadar değişken olduğunu görmemize yarıyor. Farklılıkları görmek ister istemez bazı sorular uyandırıyor insanın aklında: ABD’nin 24 eyaletinde aldatmanın suç sayılmasına veya Uganda’daki Sebei kabilesinde yakın akrabayı öldürmenin suç sayılmamasına neden olan nedir? Ya da bugün en korkunç suçlardan biri olduğu konusunda uzlaşılabilecek çocuk katlinin, ebeveynin bir hakkı olduğu dönemler nasıl kat edilmiştir?

 

Cinayetin en karanlık yüzlerinden biri çoğunlukla annelerin kendi çocuklarını öldürmeleri şeklinde tanımlanabilen ve uzun yıllardır işlenen infantisit [çocuk katli] suçlardır. İnfantisit her sosyal sınıftan ve kültürden insan tarafından işlenen bir suçtur. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda Fransa’da yasalara göre babaların çocuklarının yaşaması veya ölmesine karar verme hakkı bulunmaktaydı. Çoğu durumda bu suçu işleyenler çocuklarını kendi başlarına büyütemeyeceklerine karar veren evlenmemiş kadınlar olmaktaydı. Çocuk katli İngiltere’de o denli yaygın hale gelmişti ki, 1741 yılında bu cinayetleri durdurmak için yetiştirme yurtları kuruldu. Diğer bazı kültürlerde çocuklar nüfus planlaması ve kusurlu doğumlardan yanlış cinsiyetle doğmalarına veya toplumsal damgalamadan kaçınmaya kadar değişiklik gösteren sebeplerle kurban edilmekteydi. Çocuklar yalnızca infantisit suçlarından ötürü hayatlarını kaybetmemekte, pek çoğu da istismar ve ihmale kurban gitmekteydi.[4]

 

Sürekli değişim içinde olsak da değişimin yoğunlaştığı dönemler var. Aydınlanma, hâlâ içinde yaşadığımız döneme damgasını vuruyor. Bir kere eski ceza sistemi kökten sorgulanabiliyor. Özellikle Beccaria yeni bir ceza sisteminin kapısını aralıyor. Kan davası, recm, linç gibi cezalandırma yöntemlerinin içinde, insanın ıslah edilebileceği inancına dayanan yeni bir sistem çıkıyor. Kötülüğe eşdeğer bir kötülükle karşılık verme yerine işkenceyi gitgide dışarıda bırakacak yeni bir cezalandırma anlayışı gelişiyor. Öldürmenin ve işkencenin bir cezalandırma yöntemi olmadığının kabul edilmesi, sürgün ve aforoz gibi suçlu kişiyi topluluğun dışına atma cezalarının yerine bir kapatma yöntemi olarak cezaevlerinin gelişimi de bunu takip ediyor.

Cezaevleri bu anlayışın üzerinde yükseliyor. Eski sistemin sorgulanmasından çıkan bu yeni sistemin yeterince sorgulanıp sorgulanmadığı şerhini düşmek gerek belki bugün. İnsanı ıslah edebileceği inancıyla çıkan yeni sistem amacına ulaşabildi mi? Kitabın doğrudan atıf yapmasa da yeniden düşündürdüğü bir soru: Cezaevi insanları gerçekten ıslah ediyor mu? Öyleyse neden hapisten çıkanların yeniden suç işleme oranı bu kadar yüksek?

İdamın yeniden bir cezalandırma yöntemi olarak istenebilmesi bize geçmişin gölgesini aşmanın hiçbir zaman kolay olmadığını bir kez daha gösteriyor.[5] Suçun ve cezanın tarihine göz atmak, kadim “göze göz” ilkesinin özündeki adalet talebini yeniden, daha insancıl biçimde yorumlayabilmek ve adalet talebinin en hırçın ve yırtıcı formuna teslim olmamak için de bir fırsat sunuyor.

 

 

 

[1] “Eskiçağlardan başlayıp Likurgus’lar, Süleyman’lar, Muhammed’ler, Napoléon’lar ve diğerleriyle devam eden, insanlığın yasa ve düzenkoyucularının hepsi tek tek suçluydu, yeni bir yasa getirirken toplumun aziz saydığı ve atalardan devralınmış olan eskisini yıkıyorlardı ve elbette, eğer sadece (genellikle tümüyle masum ve vicdan gereği eski yasa için dökülmüş olan) kan yardımcı olacaksa onlara, kan dökmekten de çekinmiyorlardı.” (Dostoyevski, Suç ve Ceza, s. 323)

[2] Cezasız suçlu olabilir ve her zaman vardır ama hangi suça hangi cezanın verileceğinin belirlenmesi bir toplumun neyi suç kabul ettiğini gösteriyor. Bir suçun ne ölçüde suç olarak kabul edildiği ancak ne ölçüde ceza öngörüldüğüyle anlaşılabiliyor. Şu sıralarda gündemde olan kanunla üzerinde ticari amaçla tütün bulunduranlar için 3-6 yıl hapis öngörülmesi, şimdiye kadar sıradan olan bir sigara sarma eyleminin –sigara saranlar hapsedilmeyecek olsa bile- birden suça dönüşebileceğini gösteriyor. Hayvan hakları savunucuları da, benzer biçimde hayvana kötü muamelenin ceza kanununda tanımlanması için mücadele ediyor; bu sadece hukuk/devlet bazında değil, toplum nezdinde de suç kabul ettirebilme mücadelesi. Fransız Devrimi’nin Bastille Hapishanesi Baskını’yla özdeşleşmesi de benzer bir anlam taşıyor: toplumun değişim zamanı, artık ne suça ne de cezaya eskisi gibi yaklaşılamayacağı bir zaman demek.

[3] Suç ve Ceza, s. 330.

[4] Göze Göz, s. 325-326.

[5] Henüz işkence bile geçmişte kalmış değil elbette, ancak hukuki olarak işkencenin onaylanmasına dair ciddi bir tartışma da açmaya cüret edilemedi henüz. “Kadınların Ödemekle Bitmeyen Kefareti” yazısı çok da eski olmayan bir dönemde, kadınlara uygulanan işkence yöntemlerinin nasıl olağan görüldüğünü ele alıyor, bugün insanlık dışı görülen bu uygulamalar gibi yarın da bugün yaşanan pek çok insanlık dışı görülebileceğini belirtiyor. Günümüzde yaygın olan kadına şiddet vakalarının altında da bahsi geçen dönemden kalan ve aşılamayan “kadını cezalandırma hakkı”nın yattığı eklenebilir. Ve cezalandırma, bir kez daha suçu imliyor, kadının cezalandırılabilir olması onun hep –başından beri– suçlu olduğunun kabul edilmesi anlamına geliyor toplumsal düzlemde.

 
Suç ve Ceza
 

 


Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör