İlk Temas, Patrick Süskind,

Patrick Süskind’le İlk Temas

17.08.2021
Patrick Süskind’le İlk Temas

Uluslararası medyada kullanılagelen fotoğrafları bir önceki yüzyılın seksenli yıllarına ait olan gizemli bir yazara nasıl yakınlaşılır?

Patrick Süskind, sadece Almanca edebiyatın değil dünya edebiyatının da en gizemli yazarlarından biri. Çünkü hayalet: Fotoğraf çektirmekten ısrarla kaçınıyor, edebiyat ödüllerini sıklıkla reddediyor, son röportajını ise hiç değilse yirmi yıl önce vermiş.

Süskind’i merak etmemek gerçekten elde değil. Bu konuda rehber olabilecek bir okuma listesi, işimizi görebilir:

1. Üç Buçuk Öykü

Süskind, edebiyat dünyasında ilk parlayışını 1976-1986 yılları arasında yazdığı ve bu kitapta bir araya getirdiği üç öyküye, ama özellikle de “Maître Mussard’ın Vasiyeti” adlı öyküye borçlu. Deyiş yerindeyse korkulu bir rüya atmosferi çizen 1976 tarihli bu öykü, dünyayı hızla “üzerimize kapanan bir midye kabuğu” olarak tasarlayan ve bu tasarıma uygun düşecek şekilde kabuklaşarak ölmekte olan Maître Mussard’ın insanlığa son uyarısı mahiyetinde.

“Buçuk” öykü mü? O da orijinale sonradan eklenen ve tarih öğrenimi gören Süskind’in bu tutkusunu ele veren sürpriz olsun.

 

2. Kontrbas

İnsanın üzerine kapanan klostrofobik bir dünyadan bir müzisyenin üzerine kapanan notaların dünyasına uzanıyoruz ve böylece Süskind’in ana motiflerinden birkaçına birden aynı anda temas ediyoruz: birey, dünya ve boğuntu. Üç Buçuk Öykü gibi Kontrbas da tam bu motifleri işler. Tek kişilik, trajikomik bir oyun olan Kontrbas’ın odağında, bir orkestra sanatçısının enstrümanıyla kurduğu ilişki yer alır. Müzisyenin yaşamında her anlamda büyük yer kaplayan kontrbas, bir yandan onu var ederken, diğer yandan olanca ağırlığıyla ezer.

Kontrbas, ilk kez 1981’de sergilendi ve seyirciden büyük ilgi gördü. O gün bugündür Alman sahnelerinde oynanmaya devam ediyor.

 

3. Koku

Ne demiştik; insanın dünyası boğucudur: Birey oluşumuz da olamayışımız da bizi boğar. Ama bazen sadece bizi boğmakla kalmaz, başkalarını da boğar. İşte Süskind Koku’yu bu noktadan kavrar ve kendi benliğini kuramayan, bireysellikten yoksun bir dehanın görkemli alegorisine dönüştürür. 18. yüzyıl Fransa’sında geçen Koku, Jean-Baptiste Grenouille’un olağandışı öyküsünü anlatır. Kokulara karşı alışılmışın dışında duyarlılık gösteren Grenouille, gerçek bir dâhidir. Her şeyin ve herkesin kokusunu alır, nefis parfümler üretir. Kendi kokusunun olmadığını fark ettiğinde, aslında insana özgü en temel şeyden yoksun olduğunu da anlar. Dünyanın onu boğmaya başladığı andır bu; o da acısını başkalarından çıkarır. Bundan böyle kokunun canavarıdır o.

Süskind’in 1985’te tamamladığı Koku, tefrika edilmeye başladığı günden bu yana hep bir fenomen olmayı sürdürdü. Koku, Süskind’in en çok okunan kitabı, ayrıca tüm zamanların en çok satan Almanca romanı. İlginç konusunun dışında postmodern romanın bütün niteliklerini bünyesinde barındıran ve çok katmanlı bir okuma keyfi sunan Koku’nun filme uyarlanmasını edebiyatseverler, en başından beri merakla bekledi ve bu merakları ancak 2006’da giderildi. Nedeni mi? Çok basit: Süskind ancak yirmi yıldan sonra romanının filme uyarlanmasına izin vermişti. Filmin yönetmeni, sinemasever okurun yabancısı değil: Run Lola Run’dan ya da filmin Almanca ismiyle Lola rennt’ten tanıdığımız Tom Tykwer.

Meraklısı için son bir not daha: Süskind, Koku’nun dünya prömiyerinde de ortalarda görünmedi ve çehresini biz fanilerden sakladı.

 

4. Güvercin

Güvercin bizi Koku’nun tarihî atmosferinden çıkarır ve modern zamanların Paris’ine götürür. Burada Jonathan Noel’le tanışırız: Bir bankanın gece bekçisidir. Paris’in o meşhur, daracık çatı katlarından birinde, tek başına yaşamaktadır. Başkasına güven duyulamayacağını, huzur içinde yaşamak istiyorsa insanın başkalarıyla ilişkiden kaçınması gerektiğine inanmıştır bir kere. Oysa bir gün bir başkası değil, bir güvercin gelip hayatını karıştıracaktır.

İnsanın dünyayla kurduğu ilişki, sadece dış çevrede olup bitenden ibaret değildir. Güvercin’de Patrick Süskind, işte bu eski meselenin sınırlarını zorlar ve şu noktaya taşır: İnsanın kendine ve dünyaya dair algısının merkezinde başkasının varoluşundan, ötekinden kaçınmak mı vardır?

Okurla 1987’de buluşan bu öykü, bu açıdan Süskind’in bibliyografyasında önemli bir köşetaşıdır.

 

5. Herr Sommer’in Öyküsü

Peki ama kim bu Süskind? Her ne kadar Süskind’in üzerindeki esrar perdesini tümüyle ortadan kaldırmasa da, Herr Sommer’in Öyküsü’nün, yazarın çocukluğuna ışık tuttuğu biliniyor. Bu uzun öykü 1991’de yayımlandığında tam da bu nedenle ufak çaplı bir sansasyona yol açmıştı. Oysa Herr Sommer’in Öyküsü, sadece yazarın çocukluğunun öyküsü değildi, Süskind’in kurcalamaktan hoşlandığı ana meseleleri önce Koku’nun, sonra da Güvercin’in bıraktığı yerden devralıyordu ve Herr Sommer’in Öyküsü’nün asıl önemi de burada yatıyordu. Jean-Baptiste Grenouille kendine ait bir kokuya sahip olmak için nasıl başkalarını boğmaya karar vermişse, bu uzun öykünün yedi yaşındaki kahramanı da kendini boğuntuya teslim etmeye karar verir ve Güvercin’de Jonathan Noel’in de denediği gibi dünyaya sırtını döner.

Kimdir cehennem: İnsanın kendisi mi, başkası mı?

 

Bonus:

Tam on beş yıl aradan sonra Patrick Süskind’den minik, ironik bir deneme geldi: Aşk ve Ölüm Üzerine. Platon’dan Thomas Mann’a, İsa’dan Orpheus’a uzanan bir yelpazede aşkın ve ölümün izini süren Süskind, bu keyifli metni edebiyat çevrelerinin tam da artık bir şey yazmaz dediği bir anda yayımladı.

 
 
Patrick Süskind

 


Patrick Süskind Eserleri


Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör