George Orwell, Papazın Kızı, Ceza, Kadınlar

Kadınların Ödemekle Bitmeyen Kefareti

17.08.2021
Kadınların Ödemekle Bitmeyen Kefareti

Dorothy’nin dizlerinin bağı çözülmüştü; kendine hâkim olmaya çalışarak yukarı çıktı. Kasvetli salonda Bayan Creevy karamsar bir edayla piyanonun yanında duruyordu; altı veli de engizisyon mahkemesi misali, daire şeklinde at kılı dolgulu sandalyelere oturmuştu. (...)

“Şöyle otur Bayan Millborough,” dedi Bayan Creevy, veli çemberinin ortasında kefaret taburesi gibi duran sert bir sandalyeye işaret ederek.

Dorothy oturdu.

“Şimdi de,” dedi Bayan Creevy, “Bay Poynder’ın söyleyeceklerine kulak ver.”

 

Orwell’ın Papazın Kızı romanının başkarakteri Dorothy, ders verdiği kız okulundaki öğrencilerine Macbeth okutmaya başlayınca, hepsi de “iyi birer Hıristiyan” olan velilerin tepkilerini topluyor. (“Bir hanım, çocuğuna Shakespeare okutulmasından rahatsız olmuştu. ‘Duydum ki,’ diyordu, ‘bu Shakespeare Bey bir oyun yazarıymış, Bayan Millborough onun çok ahlaksız bir yazar olmadığından emin miymiş acaba?’”) Kızların müthiş bir merakla, bir polisiye hikâye takip ediyormuşçasına sonunu beklediği oyunun kilit bölümündeki, “Macduff’ı doğum vaktinden önce, anasının karnından yarıp çıkardılar”[1] dizelerinin anlamını açıklaması ise velilerin nazarında ahlaksızlığını tescilliyor. Sabrı taşan veliler bu gidişata daha fazla göz yumamıyor ve Dorothy’ye haddini bildiriyor.

Dorothy, velileri engizisyon mahkemesine, çemberin ortasındaki sandalyeyi ise kefaret taburesine benzetiyor. Ahlak ilkelerini çiğnemiş bir günahkâr konumuna düşürüldüğü göz önünde bulundurulursa, bu son derece yerinde bir benzetme. Kefaret taburesi, özgün adıyla stool of repentance, Hıristiyanlıkta günahkârların cemaatin içinde teşhir edilerek kefaret ödemesi için kullanılan bir ceza yöntemiydi. Günahkâr, vaazın sonunda kürsünün önüne konan tabureye oturtulup (ya da taburenin üstüne çıkarılıp) herkesin önünde papaz tarafından paylanıyordu.

1935’te yayımlanan Papazın Kızı’ndan anladığımız üzere 20. yüzyılın başlarında da güncelliğini koruyan bu ceza, dönemin ahlak anlayışına karşı işlenmiş herhangi bir “suç”un karşılığı olarak verilebiliyordu. Ama çoğunlukla zina için ve çoğunlukla kadınlarda kullanılıyordu. Herkesin ortasında günahlarını itiraf edip karşılığında papaz tarafından aşağılanmanın utancı birçok kişiyi intihara, birçok kadını kürtaja sürüklüyordu.[2]

 

Kefaret taburesinin daha eski bir türü de cucking stool, kelime anlamıyla dışkılama taburesi (dışkı yapmak anlamına gelen eski cukken fiilinden geliyor). Suçlunun bir sandalyeye bağlanarak sokakta bırakıldığı bu yöntemden sahtekâr tüccarlar da nasibini alsa da cucking stool’lar çoğunlukla scold adı verilen, cadaloz ya da dırdırcı kadın olarak tabir edilen kadınları, iftira atmak ve kavga çıkarmak gibi sebeplerden cezalandırmak için kullanılıyordu. Bu tabureler çeşit çeşitti. Günahkârı sokakta dolaştırmak için tekerlekli olanları da vardı. Bir başka türevi de ducking stool, yani batırma taburesiydi. Tahterevalli mantığıyla çalışan bu alette kadın aldığı cezaya göre ırmağa batırılıp çıkarılıyordu. Bu taburelerin temel mantığı da  günahkârı ifşa etmek olsa da, kefaret taburesinden farklı olarak işin içine fiziksel acı da giriyordu.

 

 

“Cadaloz” denilen, suçu “halkın huzurunu bozmak” sayılan kadınlara verilen bir başka yaygın ceza da kafaya gem vurmaktı. Cadaloz gemi ya da cadı gemi diye de bilinen brank’ler, kafayı tamamen saran, konuşmayı engellemek için dili bastıran, bazı durumlarda maske şeklini alan demir kafeslerdi.

 

 

Diğerleriyle benzer sebeplerden verilen bir ceza olan gem vurma, yine kadının ifşa edilerek küçük düşürülmesini ve toplumdan dışlanmasını amaçlıyor ama aynı zamanda suç aleti sayılan dilini bastırarak kendini savunma ya da başka herhangi bir şekilde tepki verme hakkını da elinden alıyordu.

 

Papazın Kızı, insana ister istemez günümüz popüler kültüründen bir örneği, Game of Thrones’un kefaret yürüyüşünü hatırlatan bu ve benzeri ceza yöntemlerine bir yorum ya da açıklama getirmiyor. Bunlar sadece stool of repentance’a Türkçe karşılık bulma arayışımda (birkaç dakika içinde) karşıma çıkanlar. Yine de Orwell kefaret taburesine yaptığı bu küçük göndermeyle Dorothy’nin tüm hayatını, benliğini özetleyen sembolü oluşturuyor.

Dorothy hep çevresindekilerce kefaret taburesine oturtulan bir karakter. Babası hayatı boyunca eksiklik olarak gördüğü davranışlarını yüzüne vuruyor; onu babasının zorba yönetiminden “kurtarmak” isteyen arkadaşı Bay Warburton bir yalan yaşadığını, anlamsızlık içinde boğulduğunu iddia ediyor; sokaklara düşünce diğer evsizler parasızlık konusundaki tecrübesizliğini sarakaya alıyor; kendisine “uygun görülen” öğretmenlik mesleğine başladığında ise tabure bir metafor olmaktan çıkıp somutlaşıyor. Tüm bunlar olup biterken ya sesini çıkaramayan ya da sözleri ciddiye alınmayan Dorothy, taburenin üstündeyken de aslında sembolik bir gem takıyor.

Dorothy’nin herhangi bir baskı altında kalmadan aldığı tek karar, evlenmeyip bekâr kalmak. Bunu yeni bir gemden kaçınmak için yaptığı söylenemez. Zira bekâr kalarak babası ölene dek onun gölgesi altında yaşamaya, o öldükten sonra da fukara bir öğretmen olmaya mahkûm ediyor kendini. Yani yine yüzüne gem vuruluyor vurulmasına ama belki de bu sefer gemi Dorothy’nin kendisi takıp kilitliyor.

 

Kadının sadece kadın olduğu için maruz kaldığı sembolik tabureler, gemler ve zincirlerin hikâyesi ne yazık ki hâlâ devam ediyor. Batıda 20. yüzyıl ve öncesinde toplumun ahlak kurallarını ihlal ettikleri için çektikleri (ve dünyanın birçok bölgesinde kadınların hâlâ maruz bırakıldığı) cezalar ise son derece gerçekti. Elbette bu cezalar kadın özelinde uygulananlarla sınırlı değildi. Görece yakın bir zamana kadar süren  bu cezaları bugün göz kırpmadan işkence olarak nitelendiriyoruz.[3] Oysa kefaret taburesi zamanında oyunlara dönüştürülecek, hatta cezaya bir keman ezgisiyle eşlik edilecek kadar doğal karşılanıyordu. Bu keskin dönüşümü görünce insan bugün “normal ceza” olarak gördüğümüz uygulamaların kaçı önümüzdeki çağlarda “insanlık dışı” bulunacak diye düşünmeden edemiyor.

 

Bu sorunun cevabını, “Kefaret Taburesi” ezgisi eşliğinde kafanızda tartabilirsiniz:

 

 

 


[1] Macbeth, çev. Sabahattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. (Ç.N.)

[2] Bu cezaya edebiyat eserlerinin ötesinde günlük yaşamda da rastlıyoruz. Aynı adla ya da “Suçlamalar” olarak anılan bir oyunu var. Gruptan bir kişi odanın dışına çıkıyor ve kalanlar onun hakkında çeşitli iddialarda bulunuyor. “Kurban” odaya dönüp ortadaki sandalyeye oturuyor ve suçlamalar kendisine okunuyor. Neyi kimin söylediğini tahmin ederse gruba katılıyor, itham eden de yeni kurban oluyor. Tahmin edemezse aynı kişi yine dışarı çıkıyor ve oyun böyle tekrarlanıyor.

[3] Türkiye’nin de imzaladığı, 1984 tarihli İşkence ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’deki işkencenin tanımı şu: “Şahsın veya üçüncü şahsın işlediği veya işlediğinden şüphe edilen bir fiil sebebiyle, cezalandırmak amacıyla bilgi veya itiraf elde etmek için veya ayrım gözeten herhangi bir sebep dolayısıyla bir kamu görevlisinin veya bu sıfatla hareket eden bir başka şahsın teşviki veya rızası veya muvafakatıyla uygulanan fiziki veya manevi ağır acı veya ızdırap veren bir fiil.” Susan Sontag’in dediği gibi, “İşkenceyle ilgili tüm sözleşmeler, işkencenin kurbanı küçük düşürecek muameleler içerdiğini belirtiyor” (“Regarding the Torture of Others”, At the Same Time, Picador, 2007.)

George Orwell
Papazın Kızı
Ceza
Kadınlar

Diğer Blog Yazıları

Tümünü gör