Döneminde üç kral ve iki prense kraliyet görevlisi olarak hizmet eden Geoffrey Chaucer, bu vesileyle saraya hep yakın oldu. Bu yakınlık ve Londra Limanı’nda memurluk, vergi tahsildarlığı ve diplomatlık gibi yaptığı diğer işler, ona bolca gözlem yapma ve halkın her kesiminden insan tanıma fırsatı verdi. Ortaya çıkan sonuç, Ortaçağ İngiltere’sine ayna tutan, edebiyatın temel taşları arasında yerini alan Canterbury Hikâyeleri.
Chaucer kitabı ilk başta yirmi dokuz hacının Canterbury’deki Aziz Tomas’ın kutsal mezarına gidiş dönüş seyahatini anlatan bir eser olarak tasarlamıştı. Konu, Londra’nın bir banliyösü olan Southwark’taki Tabard Hanı’ında bir araya gelen hacıların, gidiş dönüş yolculuklarıyla ilgili herkesin ikişer öykü anlatacağı bir yarışma düzenlemesiydi – ödül ise sadece güzel bir akşam yemeğiydi! Ama Canterbury Hikâyeleri’nde dönüş hikâyeleri anlatılmadığı gibi her hacı da hikâye anlatmaz – ne yazık ki öykülerin hepsi tamamlanamamış.
Eserin son halinin Chaucer'ın ölümünden kısa süre sonra, 15. yüzyılın başlarında yazılan “Ellesmere elyazması” olduğu düşünülüyor. Bir parşömenin üzerine yazılan elyazmasının en güzel özelliklerinden biri de çizimlerle renklendirilmiş olması. Hacıların anlattığı hikâyelerin ve hacıların kendilerinin betimlendiği elyazmasında her hikâyeyi görmek mümkün değil çünkü hikâyeler bir nevi elyazmasının sansürüne uğramış. İşte bu çizimlerin bazıları.
Canterbury Hikâyeleri defalarca yorumlanan, yeniden çevrilen bir eser. 15. yüzyıldaki elyazmasını günümüze aktaran yazarlardan biri de Peter Ackroyd. Ackroyd, “İngiliz hayal gücünün mihenk taşıdır,” dediği eseri çevirirken Chaucer’ın tarzına en yakın haline ve özgünlüğüne sadık kalmaya çalıştığını söylüyor. Orijinali manzume olan eserde –düzyazı üstadı– Ackroyd, “şiirin derinliğini düzyazıda da vermemenin mümkün olabileceğine” inanarak çevirisini bu yönde tamamladığını ifade ediyor. Çizimler içermese de Ackroyd’un yorumu Chaucer’ın özgün eserinin tüm renkliliğini koruyor.
Kaynak: The Paris Review.