İtalya’da savaş sonrası edebiyatının iz bırakan soluklarından biriydi Elsa Morante. Faşizmin en zorba günlerine, sonrasındaysa tüm dünyayı dalgalandıran ’68 dönemine tanıklık etmiş yazar, Arturo’nun Adası, Ve Tarih Devam Ediyor, Endülüs Şalı gibi eserleriyle çağının gerçekliğine kendine özgü gizemli ve lirik üslubuyla ayna tutmuştu.
Morante 25 Kasım 1985’te hayata veda ettiğinde, ardında bıraktıkları, değerli külliyatıyla sınırlı değildi elbette. Bireysel yazgısında yolunun kesiştiği pek çok insan da yasını tutacaktı Morante’nin. Bunların arasında akla ilk gelecek isim, 20. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran bir başka yazar: 1936’da, 24 yaşındayken tanıştığı, 20 yılı aşkın evli kaldığı, hayatlarına başka insanlar girse de ömrünün sonuna kadar aralarındaki o tuhaf bağın asla tam olarak kopmadığı Alberto Moravia.
1941’de evlenen Morante ile Moravia’nın inişli çıkışlı aşkları, tıpkı bir başka yazar çiftin, Fitzgerald’larınki gibi dillere destandı. Çalkantılı ve tutkuluydu; kaçışlar ve geri dönüşler, kopmalar ve yeniden yakınlaşmalar, çığrından çıkan kavgalar ve barışmaların imlediği, kimi zaman saplantılı denilebilecek bir birliktelikti onlarınki. 1962’de yollarını tümden ayırmaya karar vermişti çift; Morante’nin bir süredir âşık olduğu Amerikalı ressam Bill Morrow’un intihar ettiği seneydi bu. Moravia ise sonraki 20 yılını Dacia Maraini’yle paylaşacaktı. Morante, 1950’lerin başında Luchino Visconti’ye de büyük bir aşk beslemişti, Moravia ise ömrünün sonlarına doğru Carmen Llera’yla yolunu birleştirecekti. Ancak her ne kadar hayatlarını ayrıştırmaya karar vermiş olsalar da, Elsa’nın ölüm haberi sarsacaktı Alberto’yu:
Elsa’nın ölümünü, gazete için bir haberi araştırmak üzere gittiğim Bonn’dayken, Almanya’da öğrendim. Kıştı, çok kar yağmıştı. Otele edilen bir telefonla geldi ölüm haberi. Ardından dışarı çıktım, karda uzun uzun yürüdüm. Sarsılmıştım ve yoğun duygularımı kış gününün buzlarıyla dağıtmaya çalışıyordum. […] Cenaze için Roma’ya döndüm, tabuta yatırılmış cesedi görmeye gittim. Elsa’nın suratı son yıllarda değişmiş, hüzünlü bir yaşlı kadının çehresine dönüşmüştü. Ölümle birlikte ise neredeyse çocuksu bir görünüm almıştı tekrar, huzurlu, hatta belli belirsiz gülümseyen bir surat. Carmen’le birlikte Santa Maria del Popolo Kilisesi’ndeki törene katıldık, törenden sonra eve dönmek üzere arabaya bindik. Krematoryumun da bulunduğu Fuori Porta Mezarlığı’na gidecek olan cenaze arabası benimle aynı güzergâhtan gitti; yolda paralel ilerliyorduk. Cenaze arabasında bir sürü çelenk vardı, aralarında Carmen’le beraber gönderdiğimiz çelenk de duruyordu. Araba yolda ilerlerken çiçekler –muhtemelen çelenge düzgün iliştirilmemişlerdi– teker teker uçup gitti ve sonunda asfalta düşüp ezildi: Elsa’nın cenaze arabası ile benim arabam arasında uçup giden o çiçekler bende çılgınca, sembolik bir çağrışım yarattı: İşte Elsa da benim hayatımdan böyle uçup gitmişti.[1]
Kimi aşklarda, sınırların uzamsal boyutta yeniden belirlenmesine, farklı farklı yollara düşülmesine ve başka insanlarla yeni hayatların kurulmasına rağmen, bazı bağlar arka planda usul usul varlıklarını sürdürür. Alberto’nun, Elsa’nın ölüm haberini aldığı anları ve cenazeyi anlattığı satırlar, böylesi bir bağın yansımasıdır işte.
[1] Alain Elkann, Alberto Moravia, Vita di Alberto Moravia, Bompiani, 2007.